KISA öYKÜLERİM
TOPRAĞIN HAKKI
Büyük
bir sahrânın ortasında ne dilersem onu yaratacak olma özgürlüğüne
ulaşmamıştım henüz. Yalnızca yıldızlara bakıp birbiriyle
oluşturduğu şekillerden mânâlara ulaşıp, kendimce bir yol
bulma acziyetindeydim. Gecelerden medet umar, sabah doğacak güneşin
sırtımı ısıtacağı hayaliyle güzel rüyalar içinde yaşardım.
Bir yanda hayat, sorumluluk, düzen içerisinde hapsolmanın mânâsını
ya da mânâsızlığını düşünürken; bir yanda yaratılmış
gerçeklik olan bu rüyada, çırpınırcasına mücadele ederdim.
Aklımı belli bir yere kadar kullanabileceğimi, sonrasının aklî
bir durum olmadığını biliyordum.
Sıcak bir gündü. Yapmam gereken işleri listeleyip dışarı çıktım. Sonunda sınırsız dünyamdan, sınırlı dünyama yelken açabilmiştim. Arayıp bulmam gereken cevaplar, danışacağım insanlar ve günün sonunda teslim edeceğim bir tezim vardı. “Âtıl durumdaki varlıkların âkıbeti” hakkında yazdığım psikodrama için daha fazla kanıta ihtiyacım vardı. Aynı zamanda tezimin savı da “hiçbir varlığın âtıl olmaması” ile ilgiliydi. Her şey yerli yerindeydi ve olması gerektiği zamanda olurdu. Aslında bu konunun hayatımızda birçok çıkmaza yol açtığının farkındaydım.
İnsanlarla konuşurken, bazı kelimelerimin tam da karşımdaki insanın benden duyacağına inandığı şekilde ağzımdan çıkması, benim varlığımı çoğu zaman sorgulattı. Birilerinin yarattığı gerçekliğin içine hapsolmuş olduğumu sıkça düşünürken buluyordum kendimi. Birçok çıkmazın ortasında kalmışken, aklıma hakikaten bir çıkar yol gelmişti. O yolculuk, dünyasal düzlemde; o paralelden bu paralele, o masaldan bu masala geçiş değildi. Zaten hepsinin sonu bir şekilde düğümdü. Bu yolculuk dikeydi. Peki var mıydı yukarıya bir yolculuk? Benim gördüğüm tüm yollar yatay düzlemdeydi. Ama ben inanmıştım ve inandığımı yarattığım konusunda neredeyse emindim. Bu arayışı tamamladığımda, tezim de, yazacağım psikodrama da tamamlanabilecekti.
Çok kaygılıydım. Bir cevap aramaktan ziyade, bir cevap bekliyordum. Dikey yolculukta, kaybolup kaybolmayacağımı bilmiyordum.Otobüsle yaptığım yolculukta, yolların ne anlama geldiğini ve çıkışı düşünüyordum. Düşündükçe bir kenara itildiğimden habersiz...
Benim sorularım vardı hayata, hep! Sordukça köşeye sıkışıyor, sıkıştıkça hayatın bana karşı intikam duygusu kabarıyordu. Neticede o sıkışma benim de içime işliyor, kendimden kendime yabancılaşmaya başlıyordum. Tezimi veremeyecek, psikodramayı tamamlayamayacak olmanın kaygısı, korku yaratıyordu. Kaybolma korkusu, âtıl kalma korkusu. Sanki kanatlarım vardı da, kullanamıyordum. Bunu görecek olsalar, beni anlamayacaklardı. Başka bir yoldan göstermeliydim, onların görebileceği açıdan.
Uzun yollar sonunda, elim boş döndüm. Gittikçe korkuma adım atmanın huzursuzluğu, kaçmamı gerektirirdi ama ben cesur olmayı seçmeliydim. Gece oldu. Penceremden gördüğüm, sallanan kopuk sokak lambası, benim için bir karara vardıracak sürecin işlediğini haber veriyordu.Rüzgar ıslık çalıyor, duygularımı salık vermem için beni ikna ediyordu. Yağmur yağacaktı. Uyudum.
Rüyamı açık edecektim, kendimle birlikte herkese: Beni evimden aldılar. Bir kapsülle başka bir dünyaya götürdüler. Bildiklerim için susmamı, susmazsam ceza olarak oyundan çıkarılacağımı söylediler. “Nasıl?” dedim. “Sana bahşedilen aklın, senden geri alınacak” diye cevap verdiler. Ne diyebilirdim ki, tam da tereddüt ettiğim konu buydu. Dikey yolculuk, evet vardı; ben gitmiştim. Ama bu konu ispat gerektirmez olduğundan, hatta ispatının olağan dışı sonuçlara yol açacağından ağzıma gem vurulmuştu. Benim tezim gerçek olmasına rağmen, varoluşun geleceğinde kaos yaratacağından dolayı âtıl duruma düşürülmüştü.
Uyandığımda üstümde bin ton ağırlık var gibiydi. Pencereyi açmıştım. Gerçekten yağmur yağmıştı, bahçeden ıslak toprak kokusunu içime çekip, toprağın hâkimiyeti hakkında ufak bir soruşturma başlattım zihnimde. Evet, hakimiyet toprağındı. Çöpü de dönüştüren, tohumu da büyüten toprağın. Bu dünya için güzel bir şeyler yapmaya karar verdim o sabah.
Âtıl olan bir şeyin olmadığına belki de herkes emindi. Benim tezim bu topraklarda çoktan kabul görmüştü belki. Hatta bence, bu gerçeğe ben yeni uyanıyordum ve herkese anlatmak isteyişim benim çaylaklığımın göstergesi olabilirdi.
Yağmurdan
sonra gelen parlak ışık evimi sarmıştı. Bu dünya için bir şey
yapmam gerekiyordu. Çekmecemde duran tohumları, onları hakeden
toprağa ekmeyi, tezime ve psikodramama tercih ettim.
GEMİYİ BEKLERKEN
Yine acayip hallere dalıp gittim. Gemi... Evet, saat oniki buçukta limana yanaşacak. Yokuştan inerken heyecan içinde, yaklaşacak gemi ve sevdiğim kadını düşlerken, sis eşliğinde... Eski evler arasında, yeni heyecanlarla inmek, soğuk bir sonbaharda. Beni görmek istemezse gelmezdi onca yoldan, hem de deniz gibi romantik bir yolculukla kalbime akmazdı. Ne acayip bir hava, ve o havada bilinmez duygular, bir o kadar heyecan.
Ya olursa,
ya aşık olursa; ya da aşıksa? Aşağıya parkettiğim aracıma
vardım. Arabanın içinde kendi dünyamda, güven içinde, en
sevdiğim müzikle limana indim. Onu karşılamaya. Bir saatten fazla
vardı geminin limana gelmesine. Otoparka girdim. Bir süre oturdum
ama, içim içime sığmadı derler ya... Dışarı çıkıp
bir sigara yakayım dedim. Güvenlik yanaştı. Zayıf, beyaz tenli
bir çocuk. “Abi burada güvenlik sebebiyle sigara içmek yasak.”
İçmemeyi düşünürken, “otopark dışında içip gelebilirsin”
diyince, başımı sallayıp otoparktan caddeye doğru
ilerledim.
Akan trafiği izlerken, içimde bir panik sebebini
bilmediğim. Hava yağacak gibi dolu belki ondan. Duygularım gibi.
Bir son ya da başlangıç olacaktı ikimiz için de, kim bilir...
Otoparka girdim, hafiften canım sıkkın. Güvenlik görevlisi çelimsiz çocuk, başıyla selam verdi benim içeri girdiğimi görürken. Arabaya geri gitmektense, onunla iki çift laf edip sıkıntımı dağıtayım dedim. Ne garip hikayeler var, hikayelerin içinde ağır yükler. Ucu bir türlü birleşmeyen iki yaka, mecburi vazgeçişler... Bazıları, diğerlerine oranla şanslıydı. Karşı kıyıda kayık bekleyenlerin gözleriyse hep umutlu. İncitmek bu dünyanın en büyük günahı. Ben ona hep gülümsedim, o bana hep hüzünle baktı. Belki benim gülümseyişim onun aynası, onun hüznü benim aynamdı. Bilmiyorum... Hafif konulara geçtik, hayatın gam yükünü es geçip. Şampiyonlar liginde kimin galip geleceğinden bahsederken, ikimizin gözlerinde de aynı çocuksu coşku ve ışık. Sonuçta hepimiz hala çocuktuk ve hep. Telsizden karışık sesler geldi. “Abi, yanaşacak on dakika sonra gemi. ”Yaklaşan gemi miydi? Yükselen heyecanım mı? Burukluk içimde, çocuğun yarım kalmış söleriyle...
Geminin limana yaklaşmasını kolaylaştıran rhber filikalar eşliğinde, gemi usulca yanaştı. Sisli havaya, dumanını kattı. Gemi durdu. Merdivenler iskeleye indirilirken, insanlar inmeye hazırladı kendini gemiden. Benim için, rüya anlarından biriydi sisler ve yoğun duygular içinde. Ahenkle atılan halatlar, şiir gibi ritmik ve masalsı. Bazı yolcular inmiş henüz birkaç adım atmıştı. Ben biraz açıktaydım.
Geminin ortalığı inleten düdüğü ile bir bağırış oldu filikalardan. “Hooop, duuur, amaann” gibi sesler. Gemi durmadı. Açığa doğru ilerledi, halatlar lastik gibi gerildi. O an ben anlamadım, “ne oluyordu?” Hiçbir şey anlayamadan, lastik gibi gerilen halatlar kopup ahtapot kolları gibi savrulmaya başladı limanda. Havanın sisi, pusu, çığlıklar; gövdesi veya bacakları kopan insanlar... Çocuk, çocuğun boynu yarıya kadar kesik; can çekişirken yerde... Başımın üstünden savrulan halat, direğe sürtüp hız kesip, adamın birini yere düşürdü. Arkaya kaçtım, arabaların olduğu yere. Çocuğa bakıyordum, güvenliğe. Can çekişiyordu, ayakları elleri savruluyordu. Arabaların arkasından geçerek, yanına koşup elimle boynunu tuttum. Ne ambulans, ne polis... Olay daha çok sıcak. Çocuğun kanı da öyle. Çocuğu kucağıma alıp caddeye attım kendimi. “Ambulans, ambulans!” O sırada polis arabasından üç polis inip çocuğun boynunu tutup, polis aracına attılar. Hızla uzaklaştılar, sirenler içinde... Meydana döndüm, o an cehennemin dibi olan meydana. Limanda kalabalık gittikçe artıyor, yaralılara yardım ekipleri koşturuyordu. Bir yanda yığılmıştım. Hayat sahnelerinden en gaddarıyla yüzleşiyordum. Kalbimi söksem acımazdı. Ezan sesleri, çığlıklara ve bağırarak ağlamalara karıştı.
Bağırmak
isteyip bağıramıyordum, uyanmak isteyip uyanamıyordum, keşke bir
kabus olsa. Olmuyordu. Yolcularını bekleyenler, telaş içinde.
Gökyüzü sis...
Tanrı bir film yazıyordu ve hepimiz oynuyorduk bu filmde. Duygular bir yerde birikiyordu, her an. Sonra sel gibi iniyor gökten, hepimizi önüne katıp sürüklüyordu.
Biz
gemiyi beklerken.
EV DE SENSİN
Bu çocuğun elleri kirli. Gölün kenarında çamurla bir ev yaptı, ben gördüm. Gölün kıyısında bir adam balık tutmaya geldi. Çocuğa, “evine git” dedi. Çocuk evinin yolunu unutmuştu, üstelik elleri de kirliydi. Yeni bir oyun ararken oradan uzaklaştı.
Çocuk
bir ip buldu, ucundan tutup metrelerce peşinden sürükledi, bu iple
ne yapacağını düşünürken. İpi ağacın en yakın dalına
attı, aşağı sarkan ucu bağladı. Karnının üstünde ipe
yaslanıp sallandı, göle doğru. Bir kadın geldi, “tehlikeli
burası evine git” dedi. Çocuk gölün üstüne gelince balıkları
görüyordu, toprağa gelince karıncaları. Ama evini düşünüp
duruyor, neresi olduğunu bir türlü bilemiyordu.
Ağacın
dibinde uzunca bir dala ilişti gözü. Koparılıp atılmış, kendi
boyundan uzun. Bunu alıp yürümeye koyuldu çocuk. Elinde peşinden
sürüdüğü değnek, ne yapacaktı onunla bilmiyordu. Bir an
farketti, sürüklediği değnekle toprakta izini bıraktığını.
Aynı yolları yürümezse, artık evini bulabileceğini düşündü.
Gülümsedi. Evini özlemişti. Akşamına fırtına çıktı, yağmur
yağdı sonra. Çocuk bir ağacın koynuna girdi. Ağaç çocuğu
sarmaladı, korudu. Ama yürüdüğü yollarda bıraktığı izler de
silindi yağmurda.
Bir bahçe gördü en güzel renklerle meyvelerle bezenmiş. Çocuk bu ya, girdi bahçeye. Ağaçlarda eğlendi, meyveler topladı yedi. Çiçeklerin mis kokuları onu dansa kaldırdı. Dönmeye başladı çocuk kendi etrafında. Bulutlara bakıp şarkı söyledi, kuşlar ona eşlik etti. Doğa tarafından sarmalandı çocuk. Evini bilmese de mutluydu.
Çocuk bahçenin duvarına oturdu. Elmasını yerken gece oluyordu. Ay kocamandı ve dikildi karşısına. Yalnız çocuğun yüzüne baktı durdu. Çocuk başladı konuşmaya. Bir yandan kızdı ve çattı kaşlarını, bir yandan güldü: Hem şikayet etti bu dünyayı, hem ışıdı gözleri anlatırken burada yaşadığı maceraları. Kayıptı neticede, evini bilmiyordu. Yangını büyüktü evine
özleminin.
Derken gözlerinden yaşlar süzüldü çocuğun. Ay hiç eğilmezdi
ama eğildi çocuğa ve dedi ki, “ev de sensin.”
ANİMUS'UN RİCASI
Benim adım Gizem. Notaları parmaklarıma takmış, bu caddenin kraliçesi edasıyla hepinize caka satarım. Ayağımda sallanan halhal, benim bir roman kızı olduğumu fısıldar kulağınıza. Aslında, çok yetenekli ve güzel olmam da. Ama siz çıplak ayaklarımı ve yıkanmayan saçlarımı görmeyi yeğlersiniz. Kendinizi hep “iyi” hissetmek istersiniz. Size söyleyeyim, iyi falan değilsiniz. Oyunun içinde kör ebesiniz.
Ben
şarkılarda kayıp, göçmen bir çingene. Bir notanın getirdiği
esinti ile sürükleniyorum hayallerime. Listenin en başında,
“gitmek”: Neresi olduğunu bilmeden, nasıl yaşayacağımdan
emin.
Kalçamı
sallarken çaldığım şarkıyla, dünyayı düşünmem de yurtları
düşünürüm. Siz insanları umursamam da, nehirleri ovaları
özlerim; yeni kokuları. Özlemime
yol alırım sonra. Alacakaranlıktan karanlığa bir yolculuktur
bilge ruhlu eteğimin savrulması. Tüm dünyanın kaderi baştan
yazılır, karanlıktan aydınlığa. Benim
için de yeni yollar görünür olur, yeni caddeler kucağını açar,
yeni yüzler yüzüme değer geçer, değer geçer... Yeni
nefeste, kargaşa içinde kalırım.
Gizden bakar gözlerim sevgiliye, gözüne ilişemem, aşikar etmek istemem gönlümü. Bir an yine gideceğim; nehirdeki su gibi akıp, denize döküleceğim güne kadar. Bir elimde notalar, bir elimde yeni diyarlar. La’dan girip la’dan çıkarım...
Bu ayna oyununda, her şey birbirine benziyor; ama hiçbir şey birbirinin aynı değil. Oysa aynadan yansıyan yüzler, ışık oyununda sadece biraz farklılaşıyor. Kendimi tanımayıp duruyorum yıllardır ; şekilciyim işte, şekilci! Neyse boşver.
Bir adam uzaklaşıyor, köpeğini alıp. Bugün parmaklarım çok acıyor, alıp gitarımı gideyim ben de. Bir başıma yürürken, bir adam yanık omzumu tutuyor. Mavi gözlerim kaçacak delik arıyor. “Git be adam, ben misafirim.” diyemiyorum nedense bu defa. Dilim tutuluyor. Eksenim kaymış gibi, başka bir yörüngenin hükmüne girmiş gibi. Asaletime ters, karakterime ters! Bir an şimşek gibi iniyor ses arşımdan gönlüme; “bitkin perim bu, *animus’un ricası.”
*1-Animus:
Anima ve animus, Carl Jung analitik psikoloji ekolünde kolektif
bilinçdışı teorisinin bir parçasıdır. Jung animusu bir kadının
bilinç dışı erkek tarafı ve animayı da bir erkeğin bilinç
dışı kadın tarafı olarak tanımlamıştır.
AÇLIK VE GÖÇ
Adımlarımı tutan zincirler; elimde değil anahtar! Ben kıpırdayamamaya mahkumken, her hareket eden hayalimde ve yiyip yaşatacağım her şeyi ama her şeyi kendimde. Sana çıkan yollar için tohumlar ektim, bu bahar, umuyorum açacak rengarenk çiçeklerim.
Evlerimiz içimizde, içimiz göğe sığmaz neşeden. Dans eden ayaklarımızın her adımı yıldızlar arası birer yolcu. Bizim yaşam aşkımız, kağıdın uçurulmasına gebe. Kaldır başını bak göğe, uçuşuyor her hayalin taptaze. Sallasan oltanı en az yedi baş özgürlük; fileni salsan asılı kalırsın gecelerce.
Tut ellerini doyur ezelden ebede. Ne kırmızıda gönlün kalsın, ne mavi ile yarım kalan aşkın.
Göçün
geldiğinde, kanat açtığında göçe...
YOKSUL
Hâlâ
kulağımda dalga sesi... Gürültü
gibi değil, anlatmak istercesine derinleri. Nasıl parça parça
yüreğim, onun o çırpınışına bilemezsin. Oysa kulağını
tıkamak, gözünü kapatmak yoktu, ahitleşmiştik bu hususta.
Sonra
horoz sesleri, o da var. “Uyan
uyan, ben de varım. Bir rüya sandın, ben uyandım sen de uyan.”
Dedi. Ben hep uyandığımı sandım. “Horoz işte,” diyip
gözlerimi kapattım, kulağım işitse de varlığın haykırışını.
Ben çocuk kahkahasında doğdum aslında. Annemin kucağında biricik olmanın kıvancıyla. Neden kaybettim neşemi, nerede? Gidip bulayım. Bulup da çıkayım vicdan zindanımdan.
Doğa
bir bekleyiş, derinlerden dinletmeyi...
Doğa
bir umut, uyandırıp yaşatmayı...
Doğa
bir çocuk kahkahasında kardeşlik,
Hep
bir olmayı hatırlatmayı...
Umar.
ZAAFİYET
Kuşun sırtında yolculuk ne kadar muazzamdı. Bazen yerde, bazen gökte; doğrusu beni onore eden bir serüven. Sağ kanadına mı geçmek istedin? Geç. Sol mu? Hay hay! İşte böyle geçerken günler, ben eğleşirken köşe bucak; bir gün bir şey oldu. Kuş öldü.
"Ne yazık!" demeye halim var mıydı? Kendi derdimden kuşu mu gördü gözüm?
Vardığımız dik yamaç kıyısında eceliyle ölünce çilekeş, vefakar, fedakar, zavallı minik kuş; benim tutunacak ne dalım vardı ne özgürce semada savuracağım kanatlarım. Aylak aylak, döne döne bedenim savrulurken yere inişte, o halimi her gören kuş ve uçan kaçan birçok canlı, "oh oldu sana" der gibi bakıyordu. Biliyorum ya neden öyle dediklerini, neyse... Yine de, ben de "oh oldu bana" diyordum. Benim demem başka!
Beş saniyelik düşüşte beş yıllık hesaplaşma. Öyle olsaydı da, böyle olsaydı da... Geç bunları, geç geç. An içinde, sordun mu kendini kendinden? Bir gün hatırını sordun mu içine, başını uzatıp? Varsa yoksa aynalar. Aynalar da, aynalar! Var mı güzeli senden? Yok. Eee şimdi ne yapacaksın? Senin gözlerin bin sevda ışığında, kanatların doğuştan orada. Baksan görürdün ya, varsa yoksa aynalar.
Geçip gitti zaman; o da varsa, yok diyorlar: Ben gördüm ki; o kuşu kuş eden, ona heybet giydiren, kıymetlendiren benmişim. Uçmayı sayemde öğrenmiş kerata da, benim haberim yokmuş.
Sonra geçti yine epeyce bir zaman, varsa... Anladım ki kuş hiç yokmuş. Hiç olmamış. Yani doğmamış ya da ölmemiş. Ben kendimi onunla var edip, bir kabın içine girmişim. Kanadım sırtımda diye karşımdaki aynada görmeyip, aynadaki suretimde hayal edip var etmişim.
Yere çakılmadan saniyeler önce, kendimi farkettim. Bütün bunları hep ben yaptım ve bir daha bunu hatırlayacağıma dair kendime söz verdim.
Şimdi, "kuş ölmüş" kime ne?
YENİ BİR YOL
Yukarıdan gelen üstün sesler, kollarımı ağırlaştırdı. Bir işe yarayacaklarını umut ederken, beni olduğum yere çaktı. Üstelik hava da nemli ve tüm vücudum yapış yapıştı. Kollarımı kesecektim ve boyum uzayacaktı. Evet, tıpkı ağaçları budamak gibi bir şeydi bu. Demek ki, bir bedel ödemem gerekiyordu ve tanrı kana susamıştı.
Bütünlüğümü korumam, taviz vermemem gereken bir onur savaşıydı, ancak yeter artık!
Bütün olan, bütün olandı ve benim uzuvlarımla, onurumla ya da sadece benim yol haritamla sınırlı değildi.
Öylece kayboldu. Ben hayal içinde, mantıklı gerekçeler üretirken. Kollarım sarmalayacağını düşlerken onu, kestim attım.
Acılıydı. Sondu. Üretemeyen, varolamazdı.
Kollarım bir daha olur mu diye düşünürken evrime şahit oldum. Kanatlarım çıktı kollarım yerine, çünkü hayallarim ve düşüncelerimin yeryüzü ile pek bir bağı yoktu. Bu yüzden rağbet gördü. Çünkü yeryüzü demek konfor demekti. Ya daha ötesi?
Bu iddiaları bir kenara bırakalım.
Ne terkedilen ne kalınan bir yer, Araf:
Oldukça huzursuz. Ama mecburiyet, algıyı değiştirdi. Evet, huzursuzluktan öte.
Kesilmiş bir ceza.
Bir geçit töreni, müzikler ve ritimler. Toz kokusu ve kafa karışıklığı. Git burdan Seniorita! Deniz seviyesinin çok üstündesin.
Yeni tanımlanan bir harf ile, yeniden yazılıyor herşey. Olasılıklar arttı ve renkler, hatta notalar da...
Bir şarkı yaz yeniden Seniorita. Yeni bir eser sahnele. Eskisinin aynası, yeniden doğan ışığın tayfıyla!
Sandaletlerim aynı, yol da öyle. Herşey daha karmaşık da değil, yalnız bambaşka duygularla yenilenen hayatım, yeniden başla!
HAYATTA KAL
Her taraf kırık döküktü. Nasıl
toplayacağımı düşünürken, kapı çaldı. Gelen, okuldan arkadaşım Leo’ydu. Bana
notları almaya geleceğini söylemişti ama, ben böyle bir akşamın ardından bunu
unutmuştum. Bana endişeyle baktı. “Ne oldu? İyi misin?” dedikten sonra, “gel
Leo, dışarda durma” diyerek salona geçmesini söyledim.
Leo gözleri yeşil, uzun boylu ve
çok zayıf bir çocuktu. Arnavutluk’tan buraya okumak için gelmişti.
Pek bir şey soramıyor, benim
anlatmam gerekirse anlatacağımı biliyordu.
“Bekle biraz” diyerek, ona lazım
olan notları almaya gittim çalışma odama. Gelirken de dolaptan iki soda aldım.
Ders notlarını sehpaya koyup, koltuğa bıraktım kendimi. Sodaları açtım ve ilk
yudumu aldığımda, gözlerimi kırpıştırıyordum ağlamamak için. Ellerimin
titrediğini fark etti ama Leo. Bir şey söylemem gerektiğini biliyordum ama neyi
nasıl söylemem gerektiğini bilmiyordum. “Leo , ben bu evde yalnız yaşıyorum.
Ara sıra arkadaşlarım gelip kalır benimle. Bende uzun süredir kalan bir
arkadaşım vardı. Anlatmasam da olur detayları ama, arkadaşı gelip onu aldı. Ama
çok sinirliydi, hem ona hem bana zarar verdi onu alıp giderken. Eşyaları da
kırdı döktü, işte gördüğün gibi.”
Leo daha fazla detay merak
etmiyordu. Benim kırılmışlığımla ilgiliydi. “İstersen evi toplamana yardım ederim”
dedi teselli eder ses tonuyla. “Teşekkürler Leo, yarın sınavın var. Ben
hallederim. Yine de çok sağol” diyerek, olayı en kestirme şekilde özet
geçtiğimden dolayı hafif hissettim ve onu uğurladım.
Benim için zor bir gece olacaktı
çünkü Seyhan’a ne olduğu ile ilgili merak içindeydim. Aslında evde durmak da
istemiyordum ama, dışarı çıksam yapacağım mantıklı hiçbir şey yoktu.
Yere düşen eşyaları yerlerine
kaldırdım. Kırılanları çöp poşetine doldurdum. Kalanları süpürdüm. Camları
açtım. Hava serindi. Ağır bir korku havası pencereden çıkıp gidiyordu.
Seyhan neredeydi? Onun için
yapabileceğim hiçbir şey yoktu gerçekten.
Aklıma onunla tanıştığım gezi geldi.
Bir derginin düzenlediği gezide, Seyhan mitolojik kadın karakterler hakkında
sunum yaptı. Sabaha kadar kadınlık, dişil enerji, doğurmak, sanatçı ruh gibi
konularda uzun sohbetler etmiştik. Ertesi gün hiç bunları konuşmayan kişiler
gibi, ayarsızca içki içip dans ettik. Kalabalık bir grupla dans ederken
zincirin savrulan halkası gibi kendini bırakıyor insan, nasılsa bir yerde bağlı
olmanın güveniyle. Dışarı çıkıp motele yürürken, Seyhan koştu peşimden, kolumu
tuttu. Arkamı dönünce bana sarıldı, uzunca sarıldı. Sanki kaybettiği birini
gördü bende. Öyle değilmiş. Bana hayran olduğunu söyledi
Seyhan. “Ne kadar kendinsin”
deyip, sarılıp ağlayıp öptü, sarhoştu.
Sonra gitti. Hakan boş boş gözlerime baktı. İkimizde çok içmiştik. Bu olayı
sabah bana hatırlatmasa, hatırlayamazdım. Yakup, bir üniversitede öğretim
üyesiydi ve o gece yaşadığım bir başka olaydı bende iz bırakan. Dans ederken birbirimizden intikam
alıyor gibi, ayaklarımızla birbirimize sataşıyorduk. Bizi görenler ayrılmış bir
çift olduğumuzu sanırdı ama biz daha orada tanımıştık birbirimizi. Dans pistindeki
herkes gibi. Ama sanki herkes orada hesaplaşacağı kişilerle karşılaşmışçasına derin
duygular yaşamıştı. Ne acayip bir geceydi.
Motele döndüğümüzde Yakup benden
özür diledi. Ben de ondan. O arada Hakan tuvalete gitmişti. Sonraki günler hep
uzaktık. Seyhan bizimle daha çok takılmaya başladı. Benim gitarım yanımdaydı,
şarkılar çalıp söyledik, eğlendik.
Seyhan bana kendini tamamen
açmadı. Ama bir şey vardı dilinin
ucunda, biliyordum.
Beş günlük etkinlik sona erdi ve
herkes bu acayip deneyimin tadıyla, kendi dünyasına çekildi. Seyhan benimle hep
görüşmek istedi. Ben onun için keşfedilmemiş bir adaydım. Bunu hissediyorum.
Bana çekilmesinin sebebi, kendini bende görmesiydi. Benim diyarımda, kendini
inşa edecekti. Bir türlü huzurlu olamadı. Çünkü bir türlü hazır olamadı kendini
görmeye. Merkezden kaçtıkça çemberde savruluyordu. Savruldukça rüzgar esiyor,
estikçe dalgalanıyordu saçları ve geminin güvertesinde hiç huzur yoktu.
Bir gün ailesini anlattı bana.
Çok yalnızdı. Hiç aitliği yoktu, yurtsuzdu Seyhan, aynı benim gibi. Hayata
karşı dik duruşunun, bir bostanı koruyan korkuluk kadar hükmü vardı. Ama onun
bostanı zaten ekinsizdi.
Ağaçtan elma toplayan kadının
çocuğunu oyalamak için anlattığı masallara benzerdi sözleri. Çocukları oyalamak
için. Onun önem verdiği anlatılanlar değil anlatılmayan hikayelerdi. Çünkü
ailesi ondan dünyanın en önemli şeyini gizlemişti. Onların gerçek çocuğu
olmadığını. O an ipleri koptu Seyhan’ın, gemisi fırtınada savrulmaya yelken
açtı.
Bir gün basketbol sahasında top
oynarken, nasıl olduysa ayakkabısını çivi delip topuğuna batmıştı. Avazı
çıktığı kadar bağırarak ağlamıştı ama bu isyan çiviye değildi, bunu ikimizde
iyi biliyorduk. Ben ona sıkı sıkı sarıldım ve o bağ bir daha hiç kopmadı.
Yurtdışına gideceği için
mutluydu, burs kazanmıştı bir yıl için. Fakat yine de daha fazla paraya
ihtiyacı vardı. Spor salonunda hocalık yapmaya başlamıştı bu yaz. Sonra nereden
bulaştıysa, başına bir kara bela gibi çöktü Tekin. Çalıştığı salon Tekin’indi. Daha
fazla müşteri veriyordu Seyhan’a ihtiyacı var diye güya, ama kendisine sempati
duyması için yapıyordu bunu, Seyhan da kendisine duyduğu ilginin farkındaydı.
İstemiyordu ki, sevmiyordu ki, sevse söylerdi. Seyhan utangaç bir kız değildi.
Tekin günden güne Seyhan’a daha da yapıştı. Seyhan günden güne kafese daha da
girdi. Çünkü paraya ihtiyacı vardı, ilgisini görmezden gelmek zorundaydı.
Kafesten çıkmak istediğinde ise, o yol çoktan kapatılmıştı. Bir şekilde mecbur
kaldı Tekin’i seviyormuş gibi görünmeye.
Bu zorbalık, bu aşağılık durum
nasıl da maskelerini takıp her gece kabusu oldu Seyhan’ın? İnanamıyor, inanmak
istemiyordu. Ben bu trajediyi izledikçe, Seyhan’ın elini tutmayı vazgeçmiş
olduğumu düşünüp kendimden kaçıyordum.
Artık buna bir son vermeliydik,
oyun can sıkıcı bir hal aldı çünkü.
Tekin, yasal olmayan bir takım
işlere girmişti. Bazı kişilerin bu
durumu yanlışlıkla öğrenmesini sağlamak, Tekin’in işini çabucak bitirecekti.
Ama işler bizim planladığımız gibi gitmedi ve daha biz bir atak yapmadan bu, Tekin’in
kulağına gitti. Nasıl bilmiyorum...
Kırılan camlardan küçük bir parça
ayağıma batmıştı. Yerde oturup beş dakika içinde bütün bunlar aklımdan
geçerken, ayağımdan akan kanı fark etmemiştim. Elimle ayağımı tutup yüksek
sesle ağlamaya başladım.
Acaba Seyhan neredeydi?