KISA öYKÜLERİM


TOPRAĞIN HAKKI

Büyük bir sahrânın ortasında ne dilersem onu yaratacak olma özgürlüğüne ulaşmamıştım henüz. Yalnızca yıldızlara bakıp birbiriyle oluşturduğu şekillerden mânâlara ulaşıp, kendimce bir yol bulma acziyetindeydim. Gecelerden medet umar, sabah doğacak güneşin sırtımı ısıtacağı hayaliyle güzel rüyalar içinde yaşardım. Bir yanda hayat, sorumluluk, düzen içerisinde hapsolmanın mânâsını ya da mânâsızlığını düşünürken; bir yanda yaratılmış gerçeklik olan bu rüyada, çırpınırcasına mücadele ederdim. Aklımı belli bir yere kadar kullanabileceğimi, sonrasının aklî bir durum olmadığını biliyordum.

Sıcak bir gündü. Yapmam gereken işleri listeleyip dışarı çıktım. Sonunda sınırsız dünyamdan, sınırlı dünyama yelken açabilmiştim. Arayıp bulmam gereken cevaplar, danışacağım insanlar ve günün sonunda teslim edeceğim bir tezim vardı. “Âtıl durumdaki varlıkların âkıbeti” hakkında yazdığım psikodrama için daha fazla kanıta ihtiyacım vardı. Aynı zamanda tezimin savı da “hiçbir varlığın âtıl olmaması” ile ilgiliydi. Her şey yerli yerindeydi ve olması gerektiği zamanda olurdu. Aslında bu konunun hayatımızda birçok çıkmaza yol açtığının farkındaydım. 

İnsanlarla konuşurken, bazı kelimelerimin tam da karşımdaki insanın benden duyacağına inandığı şekilde ağzımdan çıkması, benim varlığımı çoğu zaman sorgulattı. Birilerinin yarattığı gerçekliğin içine hapsolmuş olduğumu sıkça düşünürken buluyordum kendimi. Birçok çıkmazın ortasında kalmışken, aklıma hakikaten bir çıkar yol gelmişti. O yolculuk, dünyasal düzlemde; o paralelden bu paralele, o masaldan bu masala geçiş değildi. Zaten hepsinin sonu bir şekilde düğümdü. Bu yolculuk dikeydi. Peki var mıydı yukarıya bir yolculuk? Benim gördüğüm tüm yollar yatay düzlemdeydi. Ama ben inanmıştım ve inandığımı yarattığım konusunda neredeyse emindim. Bu arayışı tamamladığımda, tezim de, yazacağım psikodrama da tamamlanabilecekti. 

Çok kaygılıydım. Bir cevap aramaktan ziyade, bir cevap bekliyordum. Dikey yolculukta, kaybolup kaybolmayacağımı bilmiyordum.Otobüsle yaptığım yolculukta, yolların ne anlama geldiğini ve çıkışı düşünüyordum. Düşündükçe bir kenara itildiğimden habersiz... 

Benim sorularım vardı hayata, hep! Sordukça köşeye sıkışıyor, sıkıştıkça hayatın bana karşı intikam duygusu kabarıyordu. Neticede o sıkışma benim de içime işliyor, kendimden kendime yabancılaşmaya başlıyordum. Tezimi veremeyecek, psikodramayı tamamlayamayacak olmanın kaygısı, korku yaratıyordu. Kaybolma korkusu, âtıl kalma korkusu. Sanki kanatlarım vardı da, kullanamıyordum. Bunu görecek olsalar, beni anlamayacaklardı. Başka bir yoldan göstermeliydim, onların görebileceği açıdan.

Uzun yollar sonunda, elim boş döndüm. Gittikçe korkuma adım atmanın huzursuzluğu, kaçmamı gerektirirdi ama ben cesur olmayı seçmeliydim. Gece oldu. Penceremden gördüğüm, sallanan kopuk sokak lambası, benim için bir karara vardıracak sürecin işlediğini haber veriyordu.Rüzgar ıslık çalıyor, duygularımı salık vermem için beni ikna ediyordu. Yağmur yağacaktı. Uyudum.

Rüyamı açık edecektim, kendimle birlikte herkese: Beni evimden aldılar. Bir kapsülle başka bir dünyaya götürdüler. Bildiklerim için susmamı, susmazsam ceza olarak oyundan çıkarılacağımı söylediler. “Nasıl?” dedim. “Sana bahşedilen aklın, senden geri alınacak” diye cevap verdiler. Ne diyebilirdim ki, tam da tereddüt ettiğim konu buydu. Dikey yolculuk, evet vardı; ben gitmiştim. Ama bu konu ispat gerektirmez olduğundan, hatta ispatının olağan dışı sonuçlara yol açacağından ağzıma gem vurulmuştu. Benim tezim gerçek olmasına rağmen, varoluşun geleceğinde kaos yaratacağından dolayı âtıl duruma düşürülmüştü.

Uyandığımda üstümde bin ton ağırlık var gibiydi. Pencereyi açmıştım. Gerçekten yağmur yağmıştı, bahçeden ıslak toprak kokusunu içime çekip, toprağın hâkimiyeti hakkında ufak bir soruşturma başlattım zihnimde. Evet, hakimiyet toprağındı. Çöpü de dönüştüren, tohumu da büyüten toprağın. Bu dünya için güzel bir şeyler yapmaya karar verdim o sabah.

Âtıl olan bir şeyin olmadığına belki de herkes emindi. Benim tezim bu topraklarda çoktan kabul görmüştü belki. Hatta bence, bu gerçeğe ben yeni uyanıyordum ve herkese anlatmak isteyişim benim çaylaklığımın göstergesi olabilirdi.

Yağmurdan sonra gelen parlak ışık evimi sarmıştı. Bu dünya için bir şey yapmam gerekiyordu. Çekmecemde duran tohumları, onları hakeden toprağa ekmeyi, tezime ve psikodramama tercih ettim.


GEMİYİ BEKLERKEN

Bugün dışarıda sert bir rüzgar var. Alnıma değdikçe acıtıyor soğuk. Saat kulesinin dibinden yokuş aşağıya sallanıp, arabaya ulaşana kadar aklımdan ne aksiyonlar geçti, anlatsaydım bir dizi senaryosu çıkardı. Hayat bir film, sıralı sahneler var: Her gün içinde bir sürü sahne, her saat içinde bir sürü anlar ve kareler... İşte yazmalıydım ama zaman akar giderdi hep. Ellerimden kayardı, işler ya da keyifler uğruna, filmler aklımda yazılırdı. Kağıt ve kalem “bekleyen” olurdu hep. Neden yazmalıydım biliyordum; yazmadığım her an, elimden kayıp giden bir dizi hayat olduğu duygusuyla yaşamak beni sinir ediyordu. Sevdiğim anlar, öfkelendiğim anlar, şefkat dolu anlarım; göğün varsa bir sonu- bilmem- bir yerde birikiyor. Biliyorum ki bulutlar dolacak, şimşek çakacak bir gün ve öyle yağacak, öyle yağacak ki... Bir gemi lazım, bu suda yükselmeye... Herkesi içine katıp yol alacak. 

Yine acayip hallere dalıp gittim. Gemi... Evet, saat oniki buçukta limana yanaşacak. Yokuştan inerken heyecan içinde, yaklaşacak gemi ve sevdiğim kadını düşlerken, sis eşliğinde... Eski evler arasında, yeni heyecanlarla inmek, soğuk bir sonbaharda. Beni görmek istemezse gelmezdi onca yoldan, hem de deniz gibi romantik bir yolculukla kalbime akmazdı. Ne acayip bir hava, ve o havada bilinmez duygular, bir o kadar heyecan.

Ya olursa, ya aşık olursa; ya da aşıksa? Aşağıya parkettiğim aracıma vardım. Arabanın içinde kendi dünyamda, güven içinde, en sevdiğim müzikle limana indim. Onu karşılamaya. Bir saatten fazla vardı geminin limana gelmesine. Otoparka girdim. Bir süre oturdum ama, içim içime sığmadı derler ya...  Dışarı çıkıp bir sigara yakayım dedim. Güvenlik yanaştı. Zayıf, beyaz tenli bir çocuk. “Abi burada güvenlik sebebiyle sigara içmek yasak.” İçmemeyi düşünürken, “otopark dışında içip gelebilirsin” diyince, başımı sallayıp otoparktan caddeye doğru ilerledim.
Akan trafiği izlerken, içimde bir panik sebebini bilmediğim. Hava yağacak gibi dolu belki ondan. Duygularım gibi. Bir son ya da başlangıç olacaktı ikimiz için de, kim bilir... 

Otoparka girdim, hafiften canım sıkkın. Güvenlik görevlisi çelimsiz çocuk, başıyla selam verdi benim içeri girdiğimi görürken. Arabaya geri gitmektense, onunla iki çift laf edip sıkıntımı dağıtayım dedim. Ne garip hikayeler var, hikayelerin içinde ağır yükler. Ucu bir türlü birleşmeyen iki yaka, mecburi vazgeçişler... Bazıları, diğerlerine oranla şanslıydı. Karşı kıyıda kayık bekleyenlerin gözleriyse hep umutlu. İncitmek bu dünyanın en büyük günahı. Ben ona hep gülümsedim, o bana hep hüzünle baktı. Belki benim gülümseyişim onun aynası, onun hüznü benim aynamdı. Bilmiyorum... Hafif konulara geçtik, hayatın gam yükünü es geçip. Şampiyonlar liginde kimin galip geleceğinden bahsederken, ikimizin gözlerinde de aynı çocuksu coşku ve ışık. Sonuçta hepimiz hala çocuktuk ve hep. Telsizden karışık sesler geldi.  Abi, yanaşacak on dakika sonra gemi. Yaklaşan gemi miydi? Yükselen heyecanım mı? Burukluk içimde, çocuğun yarım kalmış söleriyle... 

Geminin limana yaklaşmasını kolaylaştıran rhber filikalar eşliğinde, gemi usulca yanaştı. Sisli havaya, dumanını kattı. Gemi durdu. Merdivenler iskeleye indirilirken, insanlar inmeye hazırladı kendini gemiden. Benim için, rüya anlarından biriydi sisler ve yoğun duygular içinde. Ahenkle atılan halatlar, şiir gibi ritmik ve masalsı. Bazı yolcular inmiş henüz birkaç adım atmıştı. Ben biraz açıktaydım. 

Geminin ortalığı inleten düdüğü ile bir bağırış oldu filikalardan. “Hooop, duuur, amaann” gibi sesler. Gemi durmadı. Açığa doğru ilerledi, halatlar lastik gibi gerildi. O an ben anlamadım, “ne oluyordu?” Hiçbir şey anlayamadan, lastik gibi gerilen halatlar kopup ahtapot kolları gibi savrulmaya başladı limanda. Havanın sisi, pusu, çığlıklar; gövdesi veya bacakları kopan insanlar... Çocuk, çocuğun boynu yarıya kadar kesik; can çekişirken yerde... Başımın üstünden savrulan halat, direğe sürtüp hız kesip, adamın birini yere düşürdü. Arkaya kaçtım, arabaların olduğu yere. Çocuğa bakıyordum, güvenliğe. Can çekişiyordu, ayakları elleri savruluyordu. Arabaların arkasından geçerek, yanına koşup elimle boynunu tuttum. Ne ambulans, ne polis... Olay daha çok sıcak. Çocuğun kanı da öyle. Çocuğu kucağıma alıp caddeye attım kendimi. “Ambulans, ambulans!” O sırada polis arabasından üç polis inip çocuğun boynunu tutup, polis aracına attılar.  Hızla uzaklaştılar, sirenler içinde... Meydana döndüm, o an cehennemin dibi olan meydana. Limanda kalabalık gittikçe artıyor, yaralılara yardım ekipleri koşturuyordu. Bir yanda yığılmıştım. Hayat sahnelerinden en gaddarıyla yüzleşiyordum. Kalbimi söksem acımazdı.  Ezan sesleri, çığlıklara ve bağırarak ağlamalara karıştı.  

Bağırmak isteyip bağıramıyordum, uyanmak isteyip uyanamıyordum, keşke bir kabus olsa. Olmuyordu. Yolcularını bekleyenler, telaş içinde. Gökyüzü sis...

Tanrı bir film yazıyordu ve hepimiz oynuyorduk bu filmde. Duygular bir yerde birikiyordu, her an. Sonra sel gibi iniyor gökten, hepimizi önüne katıp sürüklüyordu. 

Biz gemiyi beklerken. 



EV DE SENSİN

Bu çocuğun elleri kirli. Gölün kenarında çamurla bir ev yaptı, ben gördüm. Gölün kıyısında bir adam balık tutmaya geldi. Çocuğa, “evine git” dedi. Çocuk evinin yolunu unutmuştu, üstelik elleri de kirliydi. Yeni bir oyun ararken oradan uzaklaştı.

Çocuk bir ip buldu, ucundan tutup metrelerce peşinden sürükledi, bu iple ne yapacağını düşünürken. İpi ağacın en yakın dalına attı, aşağı sarkan ucu bağladı. Karnının üstünde ipe yaslanıp sallandı, göle doğru. Bir kadın geldi, “tehlikeli burası evine git” dedi. Çocuk gölün üstüne gelince balıkları görüyordu, toprağa gelince karıncaları. Ama evini düşünüp duruyor, neresi olduğunu bir türlü bilemiyordu.

Ağacın dibinde uzunca bir dala ilişti gözü. Koparılıp atılmış, kendi boyundan uzun. Bunu alıp yürümeye koyuldu çocuk. Elinde peşinden sürüdüğü değnek, ne yapacaktı onunla bilmiyordu. Bir an farketti, sürüklediği değnekle toprakta izini bıraktığını. Aynı yolları yürümezse, artık evini bulabileceğini düşündü. Gülümsedi. Evini özlemişti. Akşamına fırtına çıktı, yağmur yağdı sonra. Çocuk bir ağacın koynuna girdi. Ağaç çocuğu sarmaladı, korudu. Ama yürüdüğü yollarda bıraktığı izler de silindi yağmurda.

Bir bahçe gördü en güzel renklerle meyvelerle bezenmiş. Çocuk bu ya, girdi bahçeye. Ağaçlarda eğlendi, meyveler topladı yedi. Çiçeklerin mis kokuları onu dansa kaldırdı. Dönmeye başladı çocuk kendi etrafında. Bulutlara bakıp şarkı söyledi, kuşlar ona eşlik etti. Doğa tarafından sarmalandı çocuk. Evini bilmese de mutluydu.

Çocuk bahçenin duvarına oturdu. Elmasını yerken gece oluyordu. Ay kocamandı ve dikildi karşısına. Yalnız çocuğun yüzüne baktı durdu. Çocuk başladı konuşmaya. Bir yandan kızdı ve çattı kaşlarını, bir yandan güldü: Hem şikayet etti bu dünyayı, hem ışıdı gözleri anlatırken burada yaşadığı maceraları. Kayıptı neticede, evini bilmiyordu. Yangını büyüktü evine

özleminin. Derken gözlerinden yaşlar süzüldü çocuğun. Ay hiç eğilmezdi ama eğildi çocuğa ve dedi ki, “ev de sensin.”



ANİMUS'UN RİCASI

Benim adım Gizem. Notaları parmaklarıma takmış, bu caddenin kraliçesi edasıyla hepinize caka satarım. Ayağımda sallanan halhal, benim bir roman kızı olduğumu fısıldar kulağınıza. Aslında, çok yetenekli ve güzel olmam da. Ama siz çıplak ayaklarımı ve yıkanmayan saçlarımı görmeyi yeğlersiniz. Kendinizi hep “iyi” hissetmek istersiniz. Size söyleyeyim, iyi falan değilsiniz. Oyunun içinde kör ebesiniz.

Ben şarkılarda kayıp, göçmen bir çingene. Bir notanın getirdiği esinti ile sürükleniyorum hayallerime. Listenin en başında, “gitmek”: Neresi olduğunu bilmeden, nasıl yaşayacağımdan emin.

Kalçamı sallarken çaldığım şarkıyla, dünyayı düşünmem de yurtları düşünürüm. Siz insanları umursamam da, nehirleri ovaları özlerim; yeni kokuları. 
Özlemime yol alırım sonra. Alacakaranlıktan karanlığa bir yolculuktur bilge ruhlu eteğimin savrulması. Tüm dünyanın kaderi baştan yazılır, karanlıktan aydınlığa. Benim için de yeni yollar görünür olur, yeni caddeler kucağını açar, yeni yüzler yüzüme değer geçer, değer geçer... Yeni nefeste, kargaşa içinde kalırım. 

Gizden bakar gözlerim sevgiliye, gözüne ilişemem, aşikar etmek istemem gönlümü. Bir an yine gideceğim; nehirdeki su gibi akıp, denize döküleceğim güne kadar. Bir elimde notalar, bir elimde yeni diyarlar. La’dan girip la’dan çıkarım... 

Bu ayna oyununda, her şey birbirine benziyor; ama hiçbir şey birbirinin aynı değil. Oysa aynadan yansıyan yüzler, ışık oyununda sadece biraz farklılaşıyor. Kendimi tanımayıp duruyorum yıllardır ; şekilciyim işte, şekilci! Neyse boşver.

Bir adam uzaklaşıyor, köpeğini alıp. Bugün parmaklarım çok acıyor, alıp gitarımı gideyim ben de. Bir başıma yürürken, bir adam yanık omzumu tutuyor. Mavi gözlerim kaçacak delik arıyor. “Git be adam, ben misafirim.” diyemiyorum nedense bu defa. Dilim tutuluyor. Eksenim kaymış gibi, başka bir yörüngenin hükmüne girmiş gibi. Asaletime ters, karakterime ters! Bir an şimşek gibi iniyor ses arşımdan gönlüme; “bitkin perim bu, *animus’un ricası.”

*1-Animus: Anima ve animus, Carl Jung analitik psikoloji ekolünde kolektif bilinçdışı teorisinin bir parçasıdır. Jung animusu bir kadının bilinç dışı erkek tarafı ve animayı da bir erkeğin bilinç dışı kadın tarafı olarak tanımlamıştır.



AÇLIK VE GÖÇ

Öyle acıkmıştım ki, her şeyi yiyebilirdim. Sanki yesem de doyacak gibi değildim. Resimli duvarları, gemileri, geçen tüm uçurtmaları... Bu, bildiğim bir açlık değil. Şarkıların sözleri aklımdan geçerken, melodileri de kulağımdan; gözümü tavana dikmiş, hayal ettiğim sahnedeki dansçıları yiyordum.  

Adımlarımı tutan zincirler; elimde değil anahtar! Ben kıpırdayamamaya mahkumken, her hareket eden hayalimde ve yiyip yaşatacağım her şeyi ama her şeyi kendimde. Sana çıkan yollar için tohumlar ektim, bu bahar, umuyorum açacak rengarenk çiçeklerim.  

Evlerimiz içimizde, içimiz göğe sığmaz neşeden. Dans eden ayaklarımızın her adımı yıldızlar arası birer yolcu. Bizim yaşam aşkımız, kağıdın uçurulmasına gebe. Kaldır başını bak göğe, uçuşuyor her hayalin taptaze. Sallasan oltanı en az yedi baş özgürlük; fileni salsan asılı kalırsın gecelerce.  

Tut ellerini doyur ezelden ebede. Ne kırmızıda gönlün kalsın, ne mavi ile yarım kalan aşkın.  

Göçün geldiğinde, kanat açtığında göçe... 


YOKSUL

Hâlâ kulağımda dalga sesi...  Gürültü gibi değil, anlatmak istercesine derinleri. Nasıl parça parça yüreğim, onun o çırpınışına bilemezsin. Oysa kulağını tıkamak, gözünü kapatmak yoktu, ahitleşmiştik bu hususta.  

Sonra horoz sesleri, o da var.  
Uyan uyan, ben de varım. Bir rüya sandın, ben uyandım sen de uyan.” Dedi. Ben hep uyandığımı sandım. “Horoz işte,” diyip gözlerimi kapattım, kulağım işitse de varlığın haykırışını.  

Ben çocuk kahkahasında doğdum aslında. Annemin kucağında biricik olmanın kıvancıyla. Neden kaybettim neşemi, nerede? Gidip bulayım. Bulup da çıkayım vicdan zindanımdan.  

Doğa bir bekleyiş, derinlerden dinletmeyi...  
Doğa bir umut, uyandırıp yaşatmayı...  
Doğa bir çocuk kahkahasında kardeşlik,  
Hep bir olmayı hatırlatmayı...  

Umar.  



ZAAFİYET

Kuşun sırtında yolculuk ne kadar muazzamdı. Bazen yerde, bazen gökte; doğrusu beni onore eden bir serüven. Sağ kanadına mı geçmek istedin? Geç. Sol mu? Hay hay! İşte böyle geçerken günler, ben eğleşirken köşe bucak; bir gün bir şey oldu. Kuş öldü.

"Ne yazık!" demeye halim var mıydı? Kendi derdimden kuşu mu gördü gözüm? 
Vardığımız dik yamaç kıyısında eceliyle ölünce çilekeş, vefakar, fedakar, zavallı minik kuş; benim tutunacak ne dalım vardı ne özgürce semada savuracağım kanatlarım. Aylak aylak, döne döne bedenim savrulurken yere inişte, o halimi her gören kuş ve uçan kaçan birçok canlı, "oh oldu sana" der gibi bakıyordu. Biliyorum ya neden öyle dediklerini, neyse... Yine de, ben de "oh oldu bana" diyordum. Benim demem başka!

Beş saniyelik düşüşte beş yıllık hesaplaşma. Öyle olsaydı da, böyle olsaydı da... Geç bunları, geç geç. An içinde, sordun mu kendini kendinden? Bir gün hatırını sordun mu içine, başını uzatıp? Varsa yoksa aynalar. Aynalar da, aynalar! Var mı güzeli senden? Yok. Eee şimdi ne yapacaksın? Senin gözlerin bin sevda ışığında, kanatların doğuştan orada. Baksan görürdün ya, varsa yoksa aynalar.

Geçip gitti zaman; o da varsa, yok diyorlar: Ben gördüm ki; o kuşu kuş eden, ona heybet giydiren, kıymetlendiren benmişim. Uçmayı sayemde öğrenmiş kerata da, benim haberim yokmuş. 
Sonra geçti yine epeyce bir zaman, varsa... Anladım ki kuş hiç yokmuş. Hiç olmamış. Yani doğmamış ya da ölmemiş. Ben kendimi onunla var edip, bir kabın içine girmişim. Kanadım sırtımda diye karşımdaki aynada görmeyip, aynadaki suretimde hayal edip var etmişim. 

Yere çakılmadan saniyeler önce, kendimi farkettim. Bütün bunları hep ben yaptım ve bir daha bunu hatırlayacağıma dair kendime söz verdim. 

Şimdi, "kuş ölmüş" kime ne?





YENİ BİR YOL

Yukarıdan gelen üstün sesler, kollarımı ağırlaştırdı. Bir işe yarayacaklarını umut ederken, beni olduğum yere çaktı. Üstelik hava da nemli ve tüm vücudum yapış yapıştı. Kollarımı kesecektim ve boyum uzayacaktı. Evet, tıpkı ağaçları budamak gibi bir şeydi bu. Demek ki, bir bedel ödemem gerekiyordu ve tanrı kana susamıştı. 

Bütünlüğümü korumam, taviz vermemem gereken bir onur savaşıydı, ancak yeter artık! 

Bütün olan, bütün olandı ve benim uzuvlarımla, onurumla ya da sadece benim yol haritamla sınırlı değildi. 

Öylece kayboldu. Ben hayal içinde, mantıklı gerekçeler üretirken. Kollarım sarmalayacağını düşlerken onu, kestim attım. 

Acılıydı. Sondu. Üretemeyen, varolamazdı. 

Kollarım bir daha olur mu diye düşünürken evrime şahit oldum. Kanatlarım çıktı kollarım yerine, çünkü hayallarim ve düşüncelerimin yeryüzü ile pek bir bağı yoktu. Bu yüzden rağbet gördü. Çünkü yeryüzü demek konfor demekti. Ya daha ötesi?  

Bu iddiaları bir kenara bırakalım.

Ne terkedilen ne kalınan bir yer, Araf:

Oldukça huzursuz. Ama mecburiyet, algıyı değiştirdi. Evet, huzursuzluktan öte.
Kesilmiş bir ceza. 

Bir geçit töreni, müzikler ve ritimler. Toz kokusu ve kafa karışıklığı. Git burdan Seniorita! Deniz seviyesinin çok üstündesin. 

Yeni tanımlanan bir harf ile, yeniden yazılıyor herşey. Olasılıklar arttı ve renkler, hatta notalar da... 

Bir şarkı yaz yeniden Seniorita. Yeni bir eser sahnele. Eskisinin aynası, yeniden doğan ışığın tayfıyla! 

Sandaletlerim aynı, yol da öyle. Herşey daha karmaşık da değil, yalnız bambaşka duygularla yenilenen hayatım, yeniden başla!




HAYATTA KAL

Her taraf kırık döküktü. Nasıl toplayacağımı düşünürken, kapı çaldı. Gelen, okuldan arkadaşım Leo’ydu. Bana notları almaya geleceğini söylemişti ama, ben böyle bir akşamın ardından bunu unutmuştum. Bana endişeyle baktı. “Ne oldu? İyi misin?” dedikten sonra, “gel Leo, dışarda durma” diyerek salona geçmesini söyledim. 

Leo gözleri yeşil, uzun boylu ve çok zayıf bir çocuktu. Arnavutluk’tan buraya okumak için gelmişti.  

Pek bir şey soramıyor, benim anlatmam gerekirse anlatacağımı biliyordu.  

“Bekle biraz” diyerek, ona lazım olan notları almaya gittim çalışma odama. Gelirken de dolaptan iki soda aldım. Ders notlarını sehpaya koyup, koltuğa bıraktım kendimi. Sodaları açtım ve ilk yudumu aldığımda, gözlerimi kırpıştırıyordum ağlamamak için. Ellerimin titrediğini fark etti ama Leo. Bir şey söylemem gerektiğini biliyordum ama neyi nasıl söylemem gerektiğini bilmiyordum. “Leo , ben bu evde yalnız yaşıyorum. Ara sıra arkadaşlarım gelip kalır benimle. Bende uzun süredir kalan bir arkadaşım vardı. Anlatmasam da olur detayları ama, arkadaşı gelip onu aldı. Ama çok sinirliydi, hem ona hem bana zarar verdi onu alıp giderken. Eşyaları da kırdı döktü, işte gördüğün gibi.”

Leo daha fazla detay merak etmiyordu. Benim kırılmışlığımla ilgiliydi. “İstersen evi toplamana yardım ederim” dedi teselli eder ses tonuyla. “Teşekkürler Leo, yarın sınavın var. Ben hallederim. Yine de çok sağol” diyerek, olayı en kestirme şekilde özet geçtiğimden dolayı hafif hissettim ve onu uğurladım.  

Benim için zor bir gece olacaktı çünkü Seyhan’a ne olduğu ile ilgili merak içindeydim. Aslında evde durmak da istemiyordum ama, dışarı çıksam yapacağım mantıklı hiçbir şey yoktu.  

Yere düşen eşyaları yerlerine kaldırdım. Kırılanları çöp poşetine doldurdum. Kalanları süpürdüm. Camları açtım. Hava serindi. Ağır bir korku havası pencereden çıkıp gidiyordu.  

Seyhan neredeydi? Onun için yapabileceğim hiçbir şey yoktu gerçekten. 

Aklıma onunla tanıştığım gezi geldi. Bir derginin düzenlediği gezide, Seyhan mitolojik kadın karakterler hakkında sunum yaptı. Sabaha kadar kadınlık, dişil enerji, doğurmak, sanatçı ruh gibi konularda uzun sohbetler etmiştik. Ertesi gün hiç bunları konuşmayan kişiler gibi, ayarsızca içki içip dans ettik. Kalabalık bir grupla dans ederken zincirin savrulan halkası gibi kendini bırakıyor insan, nasılsa bir yerde bağlı olmanın güveniyle. Dışarı çıkıp motele yürürken, Seyhan koştu peşimden, kolumu tuttu. Arkamı dönünce bana sarıldı, uzunca sarıldı. Sanki kaybettiği birini gördü bende. Öyle değilmiş. Bana hayran olduğunu söyledi

Seyhan. “Ne kadar kendinsin” deyip,  sarılıp ağlayıp öptü, sarhoştu. Sonra gitti. Hakan boş boş gözlerime baktı. İkimizde çok içmiştik. Bu olayı sabah bana hatırlatmasa, hatırlayamazdım. Yakup, bir üniversitede öğretim üyesiydi ve o gece yaşadığım bir başka olaydı bende iz  bırakan. Dans ederken birbirimizden intikam alıyor gibi, ayaklarımızla birbirimize sataşıyorduk. Bizi görenler ayrılmış bir çift olduğumuzu sanırdı ama biz daha orada tanımıştık birbirimizi. Dans pistindeki herkes gibi. Ama sanki herkes orada hesaplaşacağı kişilerle karşılaşmışçasına derin duygular yaşamıştı. Ne acayip bir geceydi.  

 

Motele döndüğümüzde Yakup benden özür diledi. Ben de ondan. O arada Hakan tuvalete gitmişti. Sonraki günler hep uzaktık. Seyhan bizimle daha çok takılmaya başladı. Benim gitarım yanımdaydı, şarkılar çalıp söyledik, eğlendik.   

Seyhan bana kendini tamamen açmadı. Ama  bir şey vardı dilinin ucunda, biliyordum. 

Beş günlük etkinlik sona erdi ve herkes bu acayip deneyimin tadıyla, kendi dünyasına çekildi. Seyhan benimle hep görüşmek istedi. Ben onun için keşfedilmemiş bir adaydım. Bunu hissediyorum. Bana çekilmesinin sebebi, kendini bende görmesiydi. Benim diyarımda, kendini inşa edecekti. Bir türlü huzurlu olamadı. Çünkü bir türlü hazır olamadı kendini görmeye. Merkezden kaçtıkça çemberde savruluyordu. Savruldukça rüzgar esiyor, estikçe dalgalanıyordu saçları ve geminin güvertesinde hiç huzur yoktu.  

Bir gün ailesini anlattı bana. Çok yalnızdı. Hiç aitliği yoktu, yurtsuzdu Seyhan, aynı benim gibi. Hayata karşı dik duruşunun, bir bostanı koruyan korkuluk kadar hükmü vardı. Ama onun bostanı zaten ekinsizdi.  

Ağaçtan elma toplayan kadının çocuğunu oyalamak için anlattığı masallara benzerdi sözleri. Çocukları oyalamak için. Onun önem verdiği anlatılanlar değil anlatılmayan hikayelerdi. Çünkü ailesi ondan dünyanın en önemli şeyini gizlemişti. Onların gerçek çocuğu olmadığını. O an ipleri koptu Seyhan’ın, gemisi fırtınada savrulmaya yelken açtı.

Bir gün basketbol sahasında top oynarken, nasıl olduysa ayakkabısını çivi delip topuğuna batmıştı. Avazı çıktığı kadar bağırarak ağlamıştı ama bu isyan çiviye değildi, bunu ikimizde iyi biliyorduk. Ben ona sıkı sıkı sarıldım ve o bağ bir daha hiç kopmadı.  

Yurtdışına gideceği için mutluydu, burs kazanmıştı bir yıl için. Fakat yine de daha fazla paraya ihtiyacı vardı. Spor salonunda hocalık yapmaya başlamıştı bu yaz. Sonra nereden bulaştıysa, başına bir kara bela gibi çöktü Tekin. Çalıştığı salon Tekin’indi. Daha fazla müşteri veriyordu Seyhan’a ihtiyacı var diye güya, ama kendisine sempati duyması için yapıyordu bunu, Seyhan da kendisine duyduğu ilginin farkındaydı. İstemiyordu ki, sevmiyordu ki, sevse söylerdi. Seyhan utangaç bir kız değildi. Tekin günden güne Seyhan’a daha da yapıştı. Seyhan günden güne kafese daha da girdi. Çünkü paraya ihtiyacı vardı, ilgisini görmezden gelmek zorundaydı. Kafesten çıkmak istediğinde ise, o yol çoktan kapatılmıştı. Bir şekilde mecbur kaldı Tekin’i seviyormuş gibi görünmeye.  

Bu zorbalık, bu aşağılık durum nasıl da maskelerini takıp her gece kabusu oldu Seyhan’ın? İnanamıyor, inanmak istemiyordu. Ben bu trajediyi izledikçe, Seyhan’ın elini tutmayı vazgeçmiş olduğumu düşünüp kendimden kaçıyordum.  

Artık buna bir son vermeliydik, oyun can sıkıcı bir hal aldı çünkü.  

Tekin, yasal olmayan bir takım işlere girmişti.  Bazı kişilerin bu durumu yanlışlıkla öğrenmesini sağlamak, Tekin’in işini çabucak bitirecekti. Ama işler bizim planladığımız gibi gitmedi ve daha biz bir atak yapmadan bu, Tekin’in kulağına gitti. Nasıl bilmiyorum...  

Kırılan camlardan küçük bir parça ayağıma batmıştı. Yerde oturup beş dakika içinde bütün bunlar aklımdan geçerken, ayağımdan akan kanı fark etmemiştim. Elimle ayağımı tutup yüksek sesle ağlamaya başladım.  

Acaba Seyhan neredeydi?